28 Ocak 2018 06:01
Zeytin ağacına elini dayadı. Ardı ardına kurşunlar mor
cepkenini parçalayıp gövdesine saplandı. Kanı, güngörmüş zeytinin dibinde
göllenmeye başlamıştı

Özer AKDEMİR
Sulusepken bir yağmur başladığında tepeden, belli belirsiz
keçi yolundan aşağıya iniyordu. Atı, ilk kez geçtiği bu yolu sanki her gün
tepiyormuşçasına kayıp gidiyordu. Tüfeğini namlusu aşağıya bakacak şekilde
çaprazlama asmıştı boynuna. Mor cepkeninin yeleleri rüzgar vurdukça iki kanat
gibi açılıyor, nar çiçeği renkli fesi ay ışığında parlıyordu. Fesin üzerine
doladığı kefiyeyi yağmur başlamadan çıkarıp silahlarını ve fişeklerini örtecek
şekilde boynundan aşağı doğru uzatmıştı. Kefiyenin ucundan ortası sarı papatya
desenli oyalar sarkıyordu.
Çamların koyu gölgeleri arasından iri damlalar halinde inen yağmur hızını her geçen an arttırırken, gece yarısını çoktan geçmişti.
Yağmurun böylesine yağması, rüzgarın bu yağmura eşlik etmesi atlının keyfini yerine getirdi. Yola çıktığından beri üzerine sinen tedirginlik azalmıştı. Bu havada gözcülerin burunlarının dibini göremeyeceğini, pusuya yatmayacaklarını biliyordu.
Çamların koyu gölgeleri arasından iri damlalar halinde inen yağmur hızını her geçen an arttırırken, gece yarısını çoktan geçmişti.
Yağmurun böylesine yağması, rüzgarın bu yağmura eşlik etmesi atlının keyfini yerine getirdi. Yola çıktığından beri üzerine sinen tedirginlik azalmıştı. Bu havada gözcülerin burunlarının dibini göremeyeceğini, pusuya yatmayacaklarını biliyordu.
Yine de dikkatli bir şekilde çıktı ormandan. Sık
kızılçamların bittiği yerde durdu. Atından inerek önündeki açıklık arazide
görünen küçük kulübeye doğru ilerledi. Belli belirsiz bir ışık sızıyordu
kulübenin penceresinden. Bacasında da beyaz bir duman tütüyordu.
Atının yularını eline almış, yanında, gövdesini gövdesine yapıştırarak yürüyordu. Her ihtimali düşünmek durumundaydı, güvenliğini almalıydı. Kaygılandığı canı değil görevinin başarılı olamaması endişesiydi. İzmir’den gelen silah ve mermileri sakladığı yeri sadece kendisi biliyordu. Bu yeri ne pahasına olursa olsun efesine bildirmesi gerekiyordu. Görevi buydu.
Atının yularını eline almış, yanında, gövdesini gövdesine yapıştırarak yürüyordu. Her ihtimali düşünmek durumundaydı, güvenliğini almalıydı. Kaygılandığı canı değil görevinin başarılı olamaması endişesiydi. İzmir’den gelen silah ve mermileri sakladığı yeri sadece kendisi biliyordu. Bu yeri ne pahasına olursa olsun efesine bildirmesi gerekiyordu. Görevi buydu.
Ulu bir defne ağacının altında yapılan törenle başladığı
kızanlıkta yılları devirmişti. Oyalı mavi çakşırından görünün diz kapakları
bronz renkte nasır bağlamıştı. O bir zeybekti artık. Sadece yeni katılan
kızanların dizleri ak pak olurdu.
Kulübenin penceresine yaklaştığında gözlendiğini
anladı. Tedirgin bir şekilde elini kuşağına uzattı. Parmakları şal kuşağın
arasındaki tabancasıyla buluştuğunda kulübeden yayılan ışığın üst üste üç kere
kararıp yeniden yandığını gördü. Rahatladı. Parola buydu.
Evin kapısına vardığında, kızanlardan birisi çıkıp atın yularını elinden aldı. Kapıdan girerken yüzüne sıcak havayla birlikte sobada kavrulan kestanenin kokusu çarptı. İçeriden belli belirsiz bir sesle “gel hele zeybeğim, gel” denildi.
Evin kapısına vardığında, kızanlardan birisi çıkıp atın yularını elinden aldı. Kapıdan girerken yüzüne sıcak havayla birlikte sobada kavrulan kestanenin kokusu çarptı. İçeriden belli belirsiz bir sesle “gel hele zeybeğim, gel” denildi.
***

Uzun siyah saçlarını, ince parmaklarıyla geriye doğru
tarayarak, “Dağlara müfreze çıkaracaklar. Çıkarsınlar, onların da,
arkalarındaki ağaların da defterlerini düreceğiz” demişti İslamoğlu Mustafa
Efe.
Kuru meşe kütüğünün tatlı çıtırtılarla yandığı sobanın
üzerinden aldığı sıcacık kestaneleri avucuna koyarken, gözlerini gözlerine
dikip şunları söylemişti; “Biz dağa neden çıktık? Beş on derebeyinin yüzünden.
Halkı haraca bağlamışlar, ırz, namus tehlikede. Kimseye hesap vermez, savaş
olur gitmezler. Giden, ölen hep zavallı halk. Onlara baklava, börek halka kuru
ekmek! Böyle bir düzen hak mıdır, hem bu dünya da hem ötekinde?..”
Sazını eline alıp türküye başladığında kaytan bıyıklarının
titrediğini gördü efenin. Gözlerini kapatmış, alnında da domur domur terler
birikmişti. Sanki başka bir yerde idi, vücudu sazın nameleriyle titriyor,
bükülüyordu.
Gecenin geç vaktine kadar efenin bağlama çalmasını, türkü
söylemesini dinlemiş, söylediği her türkü içine işlemişti.
Gün ağarmadan çıktı evden. Yağmur durmuş, belli belirsiz
incecik bir pus kaplamıştı her yanı. Tan vaktinin kızıllığı Gökbel Dağı’nın
kayalıklarında yansıdı. Görevini tamamlamış olmanın huzuru vardı içinde. Bir an
önce kızanlarının başına gitmeli ve kendisine verilen yeni görev için Karpuzlu
ovalarına geçmeliydi.
***
Tam bunları düşünürken geldi ilk kurşun. Sol omzundan girip
çıktı. Atından sırtüstü düşer düşmez kendini yaşlı zeytin ağacının dibine attı.
Kocaman gövdesi boğlum boğlumdu zeytin ağacının. Belki de bin yaşındaydı.
Tabancasını kuşağının arasından çekerken acı hissetmiyordu.
Sol yanından oluk oluk akan kanı sırmalı cepkenini, mavi beyaz mintanını kızıla
boyamıştı bir anda. Elini omzuna attı, yarayı buldu. Göğsüne doladığı muskanın
beş parmak üzerindeydi. Birden bire ter basmıştı sabahın serinliğinde. Terini silmek
isterken elinin kanı bıyıklarına bulaştı.
Pusuya düşmüştü, güpegündüz hem de. Kızdı kendine, nasıl
hissetmedim diye. Bir zeytin bahçesindeydi. Gelen seslere bakılırsa etrafı fena
halde sarılmıştı. Sol omzundan akan kanın şorlayışından anladı durumunun hiç de
iyi olmadığını.
Sırtını yaşlı zeytin ağacına dayadı. Omzunun acısına
aldırmadan çapraz tüfeğini çıkardı. Tabancasını da yanı başına koydu.
Fişekliğindeki bütün fişekleri yavaş yavaş yaklaşanlara doğru yaktı.
Karşıdan gelen seslerden birilerini vurduğunu anlıyor, yanı
başından vızıldayarak geçen kurşunlara aldırmadan ardı ardına silahını
ateşliyordu. Tüfeğin mermisi bittiğinde tabancayı eline aldı. Bu arada vücuduna
bir iki merminin daha dediğini hissetti. Gözleri kararmak üzereydi artık.
Zeytin ağacına kanlı elini dayadı. Ardı ardına kurşunlar mor cepkenini
parçalayıp gövdesine saplandı. Kanı, güngörmüş zeytinin dibinde göllenmeye
başlamıştı...
***
Yatağan’dan Gökbel’e doğru uzanan kömür ocağını genişletmek
için yapılan zeytinliklerin kesim/söküm işleri sırasında bir hareketlenme oldu.
Kocaman kalın gövdeli yaşlı bir zeytin ağacını elindeki benzinli testere ile
dibinden kesmeye başlayan işçinin birden testereyi atıp Turgut Köyüne doğru
kaçtığı görüldü. Saatler sonra korkudan gözleri pörtlemiş işçiyi uzun yeşil
otların arasında gizlenirken buldu arkadaşları. Ne olduğunu sordular, neden
hortlak görmüş gibi kaçtığını. “Testereyi gövdesine dokundurduğumda ‘ahhh’ sesi
geldi zeytinden. Rüzgarın sesi sandım, devam ettim. Tekrar ‘ahh’ etti zeytin
ağacı. Kestiğim yerden kan sızıyordu!..”
İşçinin yorgunluk ve sıcaktan rahatsızlandığın düşünüp evine
gönderdiler bir arkadaşıyla. Kesmeye çalıştığı zeytinin yanına vardıklarında
ise hepsinin ağızları bir karış açık kaldı; Zeytinin dibinden kana benzer bir
kırmızılık toprağa akıyordu! Ağacın kesildiği yerden, mor pulları gün vurdukça
nar çiçeği rengine dönen bir yılanın, ikiye bölünmüş gövdesi sarkıyordu!
https://www.evrensel.net/haber/344301/zeytin-ve-zeybek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder