Tepekule Kongre Merkezi teras katındaki kafenin açılan
kapısından içeriye 60-65 yaşlarında gösteren koyu renk takım elbiseli adamla
birlikte serince bir rüzgar da girdi. Elinde ceza avukatlarının, asık suratlı
muhasebecilerin ya da ‘küçük dağları ben yarattım’ edasıyla kasıntılı kasıntılı
yürüyen bürokratların kullandığı türden siyah deri bir evrak çanta vardı.
Koltuğunun altında da iri bir dosya görünüyordu.
Sabah gün doğmadan başlayan altı saatlik yolculuğun ardından
öğle üzeri randevu vaktine epey bir zaman kala Tepekule’ye gelen adam, demli
bir çay alarak terasa çıktı. Önünde uzanan körfezin manzarasına dalıp gitti
uzun zaman. Güneşli ama serin bir hava vardı İzmir’de. Denizin üzerine ince,
beyaz bir pus çökmüştü. Körfez, güneşin yoğun ışıkları altında insanın gözünü
kısmak zorunda bırakacak derecede parlıyordu. Karşıyaka’dan Alsancak’a doğru
giden yolcu vapurunun peşine takılmış martıları bile görebiliyordu bulunduğu
yerden. Martılar çığlık çığlığa bir yaşam telaşı içindeydiler.
Daha iki saat kadar vardı randevuya. Binadan çıkıp, hemen
geniş bulvarın karşısında görünen sahile doğru yürüdü. Denize yakın olmak,
ondan yayılan iyot ve yosun kokusunu içine çekmek istedi. Martılara atmak için
de yol üzerinde bulunan, kenarlarına altın sarısına boyanmış pirinçten güller
işlenmiş, kırmızı renkli seyyar büfeden gevrek almayı unutmadı. Satıcıya kırk
yıllık İzmirli gibi “gevrek verir misin?” dedi, gülümseyerek.
Randevu saatinde Tepekule’ye tekrar dönüp kendisini
kafeteryada bekleyen EGEÇEP’lilerle buluşan Afyon Dinar’lı Mevlüt Er, epeyce
yorgun görünüyordu. Tanışma, hoş beşin ardından çantasındaki evrakları teker
teker çıkardı. Çoğu sararmış dosyalar, bir kısmının uçları yıllar içerisinde
zamana yenik düşerek kıvrılmış olan kalın klasörlerde gazete kupürleri, 20 yıl
öncesinin Atlas Dergisi ve bir düzine kadar mahkeme tutanakları çıktı çantadan.
“Sabah 6 da yola düştüm” dedi. Kendi aracıyla ağır ağır
geldiğini ve bugün de tekrar dönmesi gerektiğini söyledi. Daha konuşmanın
başlarında “Ben 40 yıldır eczacıyım ama aynı zamanda bir partinin de ilçe
başkanlığını yürütüyorum. Bunu açıkça söyleyeyim ki yanlış anlaşılma olmasın
sonrasında. Ama bu kimliğimle gelmedim buraya. Gelecek için, çoluğu çocuğu
için, memleketim Dinar’ın olduğu kadar tüm Ege için endişelenen bir yurttaş
olarak geldim” dedi. Biraz sonra anlattığı şeyler endişesinde ne kadar da haklı
olduğunu gösteriyordu.
Önlerden dökülmüş olan saçının ve bıyığının neredeyse tamamı
kırlaşmıştı. Yorgunluktan kızarmış gözlerindeki endişe bakışlarına, göz
kenarlarındaki çizgilere yansımıştı. Demli bir çay daha söyleyip arkasına yaslanarak
anlatmaya başladı; “Herkes Menderes’in kirliliğinden şikayet ediyor, bu
kirliliğe karşı çözüm yolu arıyor ya. Şimdi yakında buna gerek kalmayacak.
Çünkü Menderes diye bir nehir olmayacak!” dedi.
Sözlerinin yarattığı etkiyi görmek için olsa gerek, bir süre
için susup karşısındakilerin yüzlerine baktı. Şaşkın bakışlardaki merak onu
tatmin etmiş olacak ki amacına ulaşmış birinin ses tonu ile devam etti; “Evet,
Menderes yakında tarih olabilir. Çünkü tam doğduğu yere, Eldere’ye,
Türkiye’nin en büyük termik santrallerinden birini yapmak istiyorlar. Hem de
koruma altında bulunan Karakuyu gölünün yanı başına!”
Atlas Dergisinin Nisan 1994 tarihli sayısında yer alan
Karakuyu gölü fotoğraflarını gösterdi herkese teker teker. Arkada karlı dağlar,
önde sazlıklarla kaplı geniş bir göl ve sakince suyun üzerinde duran kayıklar
vardı bir fotoğrafta. Bir başkasında allı turnalar batan güneşin
kızıllaştırdığı boyunlarını gölün nefti sularına doğru uzatmışlardı. Uzun,
kıvrık gagaları suyun içindeydi.
En son gösterdiği fotoğraf ise bambaşkaydı. Su yoktu, kıraç
bir arazide biten bozkır bitkileri ile kaplı upuzun bir düzlük uzayıp gidiyordu
dağlara doğru. Biraz önce gösterdiği fotoğraflarda, göçmen kuşların keyifle
gezdikleri gölün nerdeyse kurumuş yatağıydı burası...
Sonra daktilo ile yazılmış bir resmi yazı gösterdi. Fotokopi
kağıdı sararmıştı. “Her şey Süleyman Demirel’in memleketi Keçiborlu’ya gölden
su götürülmesi ile başladı. Gölün suları zamanla tarlaların sulanması için
binlerce kuyu açılması sonrasında da azaldı ve artık bir avuç kaldı. Ama bütün
bunlardan öte Menderes’in ana kaynağı Suçıkan’ın dibine yapılmak istenen termik
santral bir karabasan gibi. Günde üç bin ton su kullanılacak. Menderes’in
kaynağındaki tüm suları yutacak, kirletecek. Bu Dombay’dan Söke Ovasına kadar
Menderes’in suladığı tüm ovaların sonu demek. Menderes olmazsa Ege’de yaşam
olmaz!” dedi.
Termik santralle ilgili çıkan gazete haberlerini uzattı
önümüze. AKP’li vekillerin açıklamaları yerel gazetelerde “Dinar’a müjde” diye
manşetten verilmişti. 950 milyon ton linyit yatağı olduğu, bunların
değerlendirilmesi için yapılacak termik santralde 6 bin işçiye iş verileceği
ballandıra ballandıra anlatılmıştı haberlerde.
“Merak edip en büyük termik santrallerin olduğu Rusya ve
Çin’i araştırdık. Kaç işçi çalışıyor buralarda diye. En büyüğünde 2 bin işçi
çalışıyormuş. Zaten ilk başlarda 6 bin işçi çalışacak derlerken şimdi bunu 600
kişiye kadar düşürdüler. Söylediklerinin hepsi yalan!” dedi.
Yaklaşık iki saate yakın bir zaman termik santralin
yaratacağı çevre ve sağlık sorunlarından bahsetti. Dinar’da yaşamın
biteceğinden, dört ovayı sulayan Menderes’in kuruması ya da daha başlangıcında
kirlenmesinin yaratacağı tehlikeleri anlattı uzun uzun. Son olarak “Menderes’in
Dinar’da kaynayan suyunu Işıklı Gölüne kadar nehirden alıp içebilirsiniz.
Türkiye’nin en temiz su kaynaklarından birisidir. Kirlenme buradan sonra
başlıyor. Şimdi ise kaynağında kirletecekler Menderes’i” diye konuştu, üzgünce.
Saatler ikindiye gelmişken izin istedi, kendisini daha uzun
bir dönüş yolculuğu beklediğini söyledi. EGEÇEP’lileri Dinar’a davet etti.
“Gelin, yerinde görün anlattıklarımı. Belki de abartıyorum, belki de boşuna
endişeleniyorum. Ahh, keşke öyle olsa!” diye de ekledi. Güneş, Körfezin ucunda
bir portakal rengini alıp denize doğru eğilmişken turuncuya kesmiş sulara son
kez baktı. Akşama doğru koşar adım giden İzmir’i, vapurların peşinden çığlık
çığlığa uçuşan martıları, yüzünü, saçlarını okşayıp geçen imbatı bir kez daha
çekti içine derin derin.
Geldiği gibiydi giderken. Kamburunu çıkarmış, omuzları
çökmüştü. Memleket hasreti, Menderes endişesi kaplamıştı içini yine. Dalgın,
düşünceli ağır ağır yürüdü...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder