07 Eylül 2019 23:00

İsmet Seyfi gölgesine sığındığı kerpiç evin duldasının bile
sıcaktan korunmasına yetmeyeceğini anladı. Alnı, kıvırcık saçlarının arası,
kulunçlarından kuyruk sokumuna kadar tere batıp çıkmıştı. Kuru bir söğüt
dalından topal ayağına destek için yaptığı çatalını koltuğunun altına
yerleştirip kambur duran sırtını doğrulttu. Bütün kemikleri sızladı bir kez
daha. Yüzünü ekşitti acıdan. Elini alnında gezdirip gözlerine doğru şıpır şıpır
akan teri silmek istedi. Elinin siyah bir ıslaklıkla kaplandığını gördüğünde bastı
küfrü!..
Teri, teni simsiyah kömür isine bulanmıştı. Bulunduğu yerden
belki bir iki kilometre ötede üç bacasından sarımtırak siyah karışımı duman
tüttüren termik santrale baktı. Geldiği güne, yaktığı kömüre, bacasından çıkan
dumana, konduğu yerin taşına toprağına kadar saydı sıvadı küfürleri. Elinden
başkası da gelmiyordu zaten. Her zaman avucunun içinde tuttuğu hava spreyinden
iki fırt çekti ve seke seke -köylünün topal yürüyüşüne böyle demesine kızardı
eskiden ama artık alışmıştı o da- yoluna devam etti...
***
Sivas Kangal’la Gürün arasında, bozkırın tam ortasında iki
köy vardır. Eski Malatya yolundan, Kangal’a doğru yol aldığınızda sarışın düz
ovada bile görünmez ikisi de. Ovanın alçacık tepeleri arasında kaybolmuş
unutulmuş gibidirler. Biri Gürün diğeri Kangal sınırları içerisinde kalan komşu
iki alevi köyüdür Mağara ve Hamal. Gözden de gönüllerden de ıraktadırlar…
Mağara köyü ana yoldan iki kilometre uzaklıktadır.
Ortasından incecik bir dere geçer. Köy, iki tepenin arasına kurulmuştur. Adını
köyün girişinde bulunan kocaman bir kayanın içine oyulmuş mağaralardan
almıştır. Şimdi koyunların barınağı olarak kullanılan mağara uzun yıllar
burada yaşayan insanların evi olmuş.
Sekiz on hanelik köyün güney tarafındaki çıkışında bir başka
kaya yer alır. Köyün tarlalarını geçtikten sonra, iri bir kuşburnu çalısının
sağında kalan tepedeki kayanın da içi oyulmuştur. Şimdi kuşların yuvası olan ve
her daim durmadan yön değiştiren rüzgarın oyuklarında yaz kış ıslık çaldığı
kaya bir kaleyi andırır uzaktan.
Reklam
İki kayanın ve iki tepenin ortasında kalan Mağara köyüne
sonradan bir tepe daha eklenmiştir. Üçüncü tepe köye üç yüz, dört yüz metre
uzaklıktadır. Kırk yıl önce arpa-buğday tarlası olan, kıyısından Hamal köyüne
toprak bir yolun uzandığı bu düzlükte yıllar içerisinde peydahlanan tepe,
termik santralin kül yığınıdır aslında!
Kül tepesi koyu gri, beyaz, sarımtırak bir renktedir. Her
geçen gün milim milim büyüyen sivri ucu siyahtır. Üzerinde ne ot biter ne bir
börtü böcek yaşar, ne de bir kuş uçar!..
Rüzgar nereden eserse o yöne doğru kül tepesinde bir toz
hortumu oluşur. Tozlar bir anda havalanır ve rüzgar nereye savurursa o tarafa
doğru yol alır. Toz eğer Mağara köyüne doğru gelirse köyü anında görünmez eder.
Yaz kış bu havalarda köylüler pencerelerini, bacalarını, kapılarını sıkı sıkı
kapatırlar. Ahırlarının duvarlarındaki açıkta kalan boşlukları bile bezlerle,
taşlarla doldururlar. Toz daha köyü yutmadan bu işleri bitirip evlerinin içine
kaçışırlar.
Kötü kokulu, insanın ağzını boğazını yakan, kurutan bu
tozdan solumanın ertesi gün hasta olmak anlamına geldiğini bebeklerden,
sokaktaki köpeğe kadar bütün köy ahalisi bilir. Böyle havalarda köylüler tozu
görmemek için perdelerini bile sıkıca kapatırlar. Toz, kadim rüzgarın sırtına
binerek köydeki bütün evlerin her yanını yoklar. En ufak bir boşlukta davetsiz
misafir gibi sokulur girer hiç çekinmeden.
Ağaçların, kavakların, asmaların yapraklarını hoyratça
sallar. Geldiği gibi gitmez üstelik. Köyde tüm evlerin çatılarına, ağaçlara,
bahçe bostanların üzerine yapışıp kalır. Toz gittikten, rüzgarın sesi durduktan
sonra birer ikişer evlerinde çıkan köylüler yolları, köydeki tüm evlerin
duvarlarını, pencere kenarlarını, kapı önlerini, cılız otları ve dere boyundaki
hastalıklı ağaçları bir karış tozun içinde bulurlar. Yapışkan, dokunduğunuzda
elinizi siyaha boyayan bir tozdur bu. O gün kimsenin ağzını bıçak açmaz köyde.
Kırk yıllık bezgin bir alışkanlıkla evlerinden, bahçelerinden, hayvanlarının
üzerinden tozu temizlemek için tüm gün uğraşır dururlar...
Fotoğraf: Evrensel
Mağara köyünden İhsan Koç, kül dağını göstererek “biz her
gün cehennemi yaşıyoruz burada” dedi. “Her insanın yaşama hakkı var ama bu
termik bizden bu hakkı aldı. Tarım bitti, hayvancılık da öyle. Kirli suyunu
Tohma Çayı’na boşaltıyor termik. Buradan Malatya’ya kadar her yeri kirletiyor
yani. Kaderine terk edilmiş bir köyüz biz”. Eşi Fadime Koç astım hastası.
Kızları da kanser tedavisi görüyormuş. Doktorlar kanseri termik santralin
tetiklediğini söylemiş.
***
İsmet Seyfi Hamal köyünde doğdu, büyüdü. Askerlik yoklaması
dışında köyünden hiç çıkmadı da. Doğuştan topaldı. Kuru bir dal gibi zayıftı.
Çürüğe ayırdılar. Hep çobanlık yaptı. Eskiden bu bozkırdaki tepelerde
koyunun, kuzunun ardından topal topal bir gidişi vardı ki...
Termik santrale sırtını dönüp dedi ki İsmet Seyfi; “O bant
yolunun orada koyunlarım çok öldü benim. Pasa suyunu bırakıyorlardı, koyunlar
varıp onu içiyordu. Akşamınan devrilip ölüyorlardı. Bir zamandan bir zamana o
bacayı kapatmadılar. Yaz kış geliyor o duman, pislik...”. Nefesi tıkanır gibi
olunca elindeki spreyden iki fırt çekti. “Yaşım altmışı geçti. On yıldır bu
olmazsa nefes alamıyorum.”
Adaşı Mehmet Aygün’ün sesi de gırtlağından zor çıkıyordu.
Karaciğer nakli olduğunu söyledi. O da tüm yaşadıkları sağlık sorunlarını
termik santrale bağlıyordu; “Elimizi bir yere sürdüğümüzde kapkara oluyor.
Ekinimizin içi bile toz. Buğdayı değirmene koyuyoruz, kapkara çıkıyor. Onu
yiyoruz biz gardaşım mecburen. Her yer toz, toprak. Ne yol var, ne su. Koca
termik suyumuzu aldı, bizi susuz bıraktılar”.
Evin sekisine oturmuş üç kadından en yaşlı görüneni Sultan
Altın su meselesini duyunca zor bela kalktı yerinden. “Gel” dedi, “Göstereyim
sana çeşmemizi”. Hemen duvarın öbür tarafında ki mutfak tezgahındaki musluğu
açtı. Musluktan uzun bir tıssss sesi geldi sadece...

Fotoğraf: Evrensel
Sabahleyin bir saat su veriliyormuş köye. “Oysa”, dedi
kadınlardan Selvi Göl, “Şimdi termiğin olduğu yerdeydi su gözelerimiz. Termik
tarlamızı da suyumuzu da aldı. Su başka bir şeye benzemiyor ki. Aç duruyorsunuz
ama susuz duramıyorsun ki...”
Mehmet Aygün’ün eşine “Konuklarımıza birer çalkamaç yapıver”
sözü üzerine içeri koşup zaten az olan sularını yoğurda katıp kaşıkla karıştırmaya
başlayan Zeynep Aygün, bir yandan da söyleniyordu; “Çamaşır seriyoruz, külde
kalıyor. Hep termiğin külü. Ağzımız burnumuz kurumuş uyanıyoruz uykudan...”
***
Kangal ile Gürün arasında gözlerden gönüllerden ırakta iki
köy var. Kömür karası, kül sarısı öyküler anlatıyor köylüler ve ‘ecelsiz’
ölüyorlar!..
https://www.evrensel.net/yazi/84702/kangaldan-komur-karasi-kul-sarisi-oykuler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder