06 Ekim 2019 00:28

Muhtar Veli, turacın sesini duyduğunda sabah olmak üzereydi
ki kapısının önündeki melisa ağacına konduğunu anladı. Bazı yıllar turaç, tam
da bu vakitler sabaha karşı gelir, melisaların ince beyaz çiçekleri arasına
gizlenir, gün doğana kadar öterdi. “Turaç donuna girmiş Hızır Aleyhisselam bu”
diyordu yaşlı babası. Belki de haklıydı...
Köyün biraz uzağında küçücük bir höyüğün yanı başındaki
evinin etrafına fırdolayı melisa, akasya, ıhlamur ağaçları dikmişti. Bahçe
duvarlarını, duvarları tamamen kaplayacak şekilde yaseminlerle sardırmış, yine
de kötü kokudan kurtulamamıştı!..
Sıkı sıkıya kapattığı pencereden bütün gece boyunca giren
boğuk makine gürültüleri sinirlerini yine gerim gerim germişti. Sabaha karşı
yatağın içinde dönüp dururken duyduğu turacın sesi ona çok iyi geldi bu yüzden.

Yatağından kalktı. Perdeyi aralayıp pencereyi açtı. İçeri
dolan sonbahar serinliği ile vücuduna bir ürperti yayıldı, her yanı titredi.
Sonra alıştı serinliğe...
Madra Dağı’nın başında incecik bir ışık huzmesi vardı.
Turuncudan, mora, bazen yeşile doğru değişen ışık, her geçen an dağın karanlık
yamaçlarını biraz daha aydınlatarak büyüyordu.
Serinlikle birlikte melisanın baygın kokusunun yanı sıra o
kötü koku da girmişti pencereden. Mazot, toz, gres yağı, lastik, kükürt
kokusuna benzer karmakarışık kötü bir koku! Yalnız bugün daha az gibi geldi
koku burnuna. “Buna da şükür” dedi içinden.
Reklam
Turaç, evin avlusunun tam girişinde bulunan melisa
ağaçlarından birisinin ucuna konmuştu. Alaca karanlıkta boynunun kırmızı
halkası ışılıyordu. Tam yanağına gelen bir beyaz lekenin üzerinde gözlerini
gördü kuşun. Yeşil, ela çizgilerini seçecek kadar yakındı kuşa.
Turaç, Veli ile göz göze geldiğinde bir an kalkmaya yeltendi
önce. Kanatlarını havalandırıp gerdi, sonra yeniden bıraktı.
Veli, hiç yerinden kıpırdamadı. Adeta nefesini tutarak
büyülenmiş gibi baktı turacın gözlerine. Yeni yeni ağaran tan vaktinin mavi
sisi içerisinde, sırtı sarı/ kahverengi/yeşil çizgili, boynu turuncu halkalı
kuş da melisanın beyaz çiçekleri arasına tüneyip gözlerini kırpıştırarak
kendisine bakıyordu. Bu büyülü anlar tan yeri atıp güneş Madra’dan başını
gösterene kadar sürdü. Ne Veli yerinden kıpırdadı ne kuş. Turaç ara sıra
gözlerini kısıyor, başını hafif geriye atıp gırtlağından kuyruğuna kadar
gerilerek ötüyordu. Ötüşü de hiçbir kuşun ötüşüne benzemiyordu, “hüthüdüdüdühüt....”
gibi bir ses çıkıyordu kuşun boğazından.
İki kulaç yakınındaki kuşla böyle karşılıklı bakışırken
Veli’nin eli sanki kendiliğinden turaca doğru uzandı. O an büyü bozuldu. Turaç
birdenbire dikine havalanarak kanat çırpıp uçtu. Ardında, havada bir süre asılı
kalıp sonra döne kıvrıla aşağıya inen bir telek bırakarak Madra’ya doğru
uzaklaştı...
Turaç, uçup gittikten sonra Veli kendine çok kızdı. Ne
anlamı vardı kuşa elini uzatmanın; ürkütüp uçurmuştu işte.
O gün akşama kadar turacı düşünerek gezdi. Kuşun kederli
gözlerini, boynunda günün ilk alacasında ıpılayan turuncu, mor halkayı
unutamıyordu. Akşam el ayak çekilip duvardaki bağlamayı eline aldığında diline
hep turnalı, turaçlı türküler dolandı.
***
Evinin yaslandığı tepenin ardından doğru yükselen patırtı,
Veli’yi daldığı düşüncelerden aldı yine. Madenin iş makineleri, kırıcı öğütücü
değirmeni peş peşe çalışmaya başlamıştı. Veli, gürültünün kaynağına, evine otuz
metre bile uzaklıkta olmayan demir madenine, ağız dolusu küfürler savurdu. Kötü
koku da bahçesindeki gülün, domatesin, salatalığın yaprağına simsiyah yapışan
tozun kaynağı da bu demir madeniydi.

On yıldır çalışıyordu maden. Köylü netse neylese önüne
geçememişti. Davaları kazanmışlar ama maden ertesi gün yeni izinlerle
çalışmasına devam etmişti. On yılda yüz yıllık zulüm görmüş gibi perişan
olmuştu köylü. Kaçabilen kaçmış, köy yarı yarıya boşalmıştı. Meralarının
alınması bir yana, madenin tozu, gürültüsü, kirliliği bütün her yerlerine
sinmişti.
On yıldan sonra maden, köylünün elinde bir avuç kalan
meralarına da göz dikmişti. Hayvanlarını tepelerdeki otlaklara götürdükleri tek
araziyi, ellerinde kalan son mera parçasını atık depolamak için istemiş,
bununla ilgili izin süreçlerine başlamıştı. Bu, bardağı taşıran son damla
oldu...
Ertesi gün, köyün kadınları başta olmak üzere çoluk çocuk
öfke ile madene yürüdü. Ellerindeki kartonlarda “Maden değil, yaşamak
istiyoruz” yazıyordu.
Muhtar Veli, köylünün en önünde yürürken bir gün önce melisa
ağacına konup kendisine kederli kederli bakan, elini uzattığında birden dikine
kalkarak uçan turacı düşündü. Maden de tutundukları son topraklara elini
uzatmış, bütün köylü turacın dikine havalanması gibi öfkeyle ayağa kalkmıştı.
Yürürken aklına yine turaçlı bir türkü geldi Veli’nin, ne
güzel anlatıyordu bu anları. “Keşke daha önce söyleseydik bu türküyü” dedi
içinden, “Keşke daha önce yürüseydik...”
“Üç etekli ak puşulu türkü bakışlı
Kadınlar yürüyor dağlara doğru
Bakma Turaç bakma bana bakma el gibi”
Kadınlar yürüyor dağlara doğru
Bakma Turaç bakma bana bakma el gibi”
Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder