15 Mart 2020 00:56

Halo Bekir, sabah güneşi Dicle’nin sularını safran sarısına
boyadığında çıkınını dürüp yanına koydu. Şalvarının üstüne dökülen yufka ve
peynir kırıntılarını avucunun içine toplayıp dişsiz ağzına attı. Oturduğu yerden
‘offf’layarak da olsa doğruldu. Sırtını yasladığı kayaya tutundu kalkarken.
Topal ayağına yük binmemesi için öbür eli ile de koltuk değneğini destek yaptı.
Dikilip ayağa kalktığında, sağ yamacında bulunan kalenin burçlarından yansıyan
gün ışığı gözüne geliyordu artık.
Dimdik bir karanlık burçlardan sulara doğru iniyordu.
Kayadaki göz göz mağaralar betonla doldurulup düz bir duvar haline
getirilmişti. Binlerce yıllık mağaraların şimdi yerinde yeller bile esmiyordu!
Kalın, kirli, soğuk bir beton ile örtülmüştü kaya...
Mağarasına çıkan daracık keçi yolundan alışkın hareketlerle
aşağıya inmeye başladı. Beyaz kireç gibi bir tozla kaplı keçi yolunun kaygan
zemininden topal ayağına rağmen adeta sekerek iniyordu. Sapasağlam, gencecik
insanların gıdım gıdım ilerlediği yolu o gözü kapalı gidip gelirdi.
Halo Bekir bu mağaralarda doğmuş, büyümüştü. Ömrünün son
demlerinin yaklaştığını anlatıyordu ona her gördüğü, işittiği, tattığı şey...
Dünya üzerindeki son devranını bu mağaralarda geçirmekten başka da bir
beklentisi kalmamıştı hayattan.

Bir göl kadar kıpırtısız hale gelen Dicle’ye doğru yürürken
ayrık otlarının arasında sırtı tozlarla kaplı bir çöl varanı gördü. Çöl varanı
mor dilini uzatıp çekerek ağır ağır uzaklaşıyordu vadinin içine doğru. Daha
önce de defalarca görmüştü bu dev kertenkeleyi. Zararsız bir hayvandı aslında.
İlk gördüğü zamanlarda korkmuştu ondan Halo. Onu gören çöl varanının
kendisinden daha çok korktuğunu anladığında rahatlamıştı. Koca kertenkele ağır
cüssesine rağmen hızla kaçıp vadiye dalıyordu her karşılaştıklarında. Oysa
bugün nedense hiç acele etmeden, kuyruğunu sürüyerek ağır ağır geçip gitti
yanından. Durup hayvanın ardından baktı bir süre. Onun da kendisi gibi
yaşlandığını, hareketlerinin iyice ağırlaştığını görüyordu...

HALO BEKİR’İN SIRRI
Dicle’nin kıyısına inip her zamanki yerine, ceviz ağacının
gölgesindeki düz taşın üzerine oturdu. Az ötede su kıpırtısız, renksiz öylece
duruyordu. Nehrin eski halini anımsadı. İçi kederle doldu Halo Bekir’in.
Baharda yağmuru ve eriyen kar sularını yüklenen nehrin çılgınca akışı geldi
gözlerinin önüne. Yanına yaklaşmak bir yana gümbür gümbür sel olup çağlayışını
uzaktan izlemek bile insanı ürpertirdi.
Sonra yazın, o dayanılmaz sıcaklarda nazlı nazlı akışını
düşündü suyun. Zeynel Bey Türbesi’ne bir taş atımı uzaklıkta, Dicle’nin
kıyısındaki tarlada çalışırken, sıcak dayanılmaz hale geldiğinde şalvarını
dizine kadar çeker buz gibi nehre girerdi. Kırk elli dereceyi bulan ağustos
sıcaklarında Dicle bütün hararetini alırdı Halo Bekir’in. Bileklerinin biraz
yukarısına kadar gelen suyun içinde şah balıkları ayaklarının dibinden gelir
geçerdi. Yukarıda, masmavi gökyüzünde bir gökkuzgun ya da kızıl akbaba döner de
dönerdi...
Reklam
Filinta gibi bir gençti o zamanlar Halo Bekir. Başında kavak
yelleri eserdi. Sevdiği kızın adını yazabilmek için kimsenin ulaşamayacağı
dümdüz kayanın dibine kadar yüzerdi. Nefesini tutup suya dalar, kayanın su
altında kalan kısmına Halep işi çakısıyla “Mihri” yazardı. Bugün bile Dicle’nin
balıklarından ve kendisinden başka kimsenin görmediği o ismi yüreğinin en
kuytusunda, bir hazine gibi saklıyordu...
*
“Rojbaş Halo, merhaba!” diye tepesinde biten güvenlikçi
Recep’in sesi onu anılardan çekti aldı. Recep, böyle en mahrem anılarının
üstüne pat diye gelince, sanki gizi açığa çıkmış gibi utandı, kızardı.
“Merhaba” etti gözünü Recep’ten kaçırarak.
Recep teklifsiz geldi yanına oturdu, her zamanki gibi.
Çoktan rahmetli olan arkadaşı Süleyman’ın oğluydu Recep. Süleyman’ın ve tam
oturduğu yerin karşısında mezarlıkta dikili sivri mezar taşında adı yazan
Mihriban’ın!..
"BURADA DOĞDUM BURADA ÖLECEĞİM"
Önceleri babası yaşındaki Halo Bekir’le epey cebelleşmişti
Recep, güvenlikçi olduğu günlerde. Ağız dalaşı etmiş olmamış, babası yaşındaki
adamı kolundan tutup götürmeye gönlü razı gelmemiş, yalvarmış yakarmış Halo’yu
kararından döndürememişti.
Halo Bekir’e ne deseler, ne etseler fayda etmemiş,
öldürseler de mağarasından çıkmayacağını söylemişti. Su, mağaraya kadar
gelmeyecekti ama yine de köprü tamamen sular altında kalınca karşı kıyı ile
iletişim kesilecekti. Halo Bekir buna da kulak asmadı. Sadece yetkililerin
değil ailesinin ve yakın çevresinin sözleri karşısında da yüzünü öte yöne dönüp
yürüdü gitti. “Hayır” dedi, “Burada doğdum burada öleceğim!..”.
Halo’nun inadını aşamayan Recep’in içinde bir şeyler
peydahlandı gide gele. Dicle’yi ve Hasankeyf’i onun gözünden görmeye başladı
zamanla. Halo’nun inadını anladı, o da inandı ve işi gücü bırakıp soluğu
Halo’nun yanında aldı.
BARİ ÖLÜLERİMİZ BU TOPRAKLARDA KALSIN
Sular milim milim yükselip mezarları da örtmeye başladığında
Halo Bekir mağarasından çıkıp mezarlığın başında günlerini geçirmeye başladı.
Sabah irili ufaklı taşlarla çevrelenmiş mezarlığı biraz tepeden gören ceviz
ağacının gölgesindeki düz kayaya oturuyor, tüm gün yükselen suları ve an ben an
üstü örtülen mezarlığı seyrediyordu. Mezarlar taşınırken o ne karısının ne ana
babasının mezarının taşınmasına razı gelmedi. Çoğu köylünün de içi elvermedi
ölüleri yattıkları yerde rahatsız etmeye. Varsın Dicle’nin suları altında
kalsınlar ama bu topraklardan onlar bari ayrılmasınlar diye mezarlarına
dokunmadılar.
Yetkililer canlarına minnet bildi. Bir de mezar taşımak,
tekrar cenaze töreni yapmak, ağlaşan çığrışan insanlarla uğraşmak zorunda
kalmayacaklardı. Tek dertleri, tek başına kalsa bile mağarasından gitmek
istemeyen Halo Bekir’in yeni Hasankeyf’e taşınmaya razı gelmesiydi.
Rıza göstermedi Halo. Ne yeni şehre taşındı ne mağarasından
bir gıdım bir yere gitmeyi kabul etti. Dicle, suların dibine yazıp yüreğine
gömdüğü sırrının, ana babasının, ona yedi evlat veren karısının ve yüzlerce yıl
önceki atalarının mezarlarını yutarken gelip ceviz ağacının gölgesindeki düz
kayanın üzerine tünedi. Bir zamanlar Azrail gibi başında tebelleş olan
güvenlikçi Recep de bir süre sonra ses etmeden yanında oturmaya başladı
Halo’nun.
SON HASANKEYFLİLER
İkisi son Hasankeyfliler olarak Dicle sularının on iki bin
yıllık kenti yutmasına tanıklık ediyorlardı. Sanki yaşamlarının bundan sonraki
anlamı buymuş gibi adeta efsunlanmışçasına gözlerini Dicle’nin sularına dikip
bekliyorlardı. Kadim kent, geride kalan her şey ile, anıları, sokakları,
türküleri, ağaçları, yürünmekten aşınmış taşlarıyla sulara gömülürken, onlar
Hasankeyf’i kutsal bir ölü gibi Dicle’nin sularına uğurluyorlardı.
Ne Halo Bekir ne güvenlikçi Recep, ne de çöl varanı terk
etti Hasankeyf’i. Son ağaç, son mezar taşı, vadinin ağzındaki son mağara
sularla dolana kadar ayrılmadılar ceviz ağacının dibindeki kayadan. Sular ceviz
ağacının kalın gövdesine dolanmaya başladığında sessizce kalkıp vadinin içine
doğru yürüdüler.
Kıpkızıl bir yeni ay tek tük çıkmaya başlayan yıldızlara
eşlik etti o akşam. Mağaranın güneşten yanmış kayasına sırtlarını verip kalenin
üstündeki düzlükte acı acı inleyen çizgili sırtlanın feryatlarını dinlediler.
Hasankeyf’in üstünü bir kefen gibi örten Dicle’yi seyrettiler...
Reklam
Suların öte yanında ise Fırat’ın ve Dicle’nin çocukları
nehrin kıyısında toplandılar. Kızlı erkekli el ele tutuşup govende durdular.
Canlı cansız tüm mahlukatı zulme karşı kavgaya çağıran serhıldan türküleri ve
stranlarla Hasankeyf’e veda ettiler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder